Kopar ama düşmez hemen, bir an süzülür havada, sonra toprakla buluşur, bir gülün köküne can olur belki. İnsan da böyledir işte; kimimiz çetin fırtınalara direnir, kimimiz baharın ortasında, en taze çağımızda kopar gideriz hayattan. Kübra Tekin… Adını bilmeyenler için bir yabancı, ama onu tanıyanların gönlünde hiç solmayacak bir gül, hiç sönmeyecek bir kandil! Sivas Zara’nın yamaçlarında doğmuş bir Türkmen kızıdır Kübra. Sivas gibi mert, Sivas gibi gözü pek, Sivas gibi vefalı… Küçük yaşında belirlenmişti kaderi; okullar, kitaplar, kara tahtalar, tebeşir tozları… Daha çocukken bilirdi, o büyüyünce öğretmen olacaktı. Çocukluk hayali, alın teriyle sulandı; gecesini gündüzüne kattı, uykusunu bilgiyle süsledi, emek verdi, dua etti. Ve bir gün, elinde öğretmenlik atama kararnamesiyle Rize’nin Kalkandere’sine, Dağdibi Köyü’ne doğru yola çıktı. Öğrencilerinin gözünde o sadece bir öğretmen değildi. O, bacıydı, anneydi, ablaydı. Kitapların yalnızca sayfalardan ibaret olmadığını, bilginin sevgiyle sunulunca anlam kazandığını gösterdi onlara. Onun sınıfında her ders, güneşli bir bahar sabahı gibiydi; tebessümüyle açardı çiçekler, sevgisiyle aydınlanırdı zihinler. Çocukların yüreğinde iz bırakmak, onların yollarına ışık olmak… İşte onun en büyük serveti buydu! Ama ne garip, hayat bazen en güzel tebessümleri ansızın soldurur. Bir gün, neşeli sınıfının ortasında bir yorgunluk çöktü üzerine. Önce önemsemedi, bir şey olmaz dedi, biraz dinlenir geçer sandı. Ama geçmedi. Günden güne eridi, soldu, süzüldü… Sonunda o kara kelimeyle tanıştı: Lösemi. Ölüm, adını fısıldadı kulağına. Ama o, kendini değil, yavrularını düşündü. “Ben gidersem, çocuklarım ne yapar?” diye sordu sessizce. O hastane odalarında, damardan damara dolaşan ilaçlarda, ağrılarda, uykusuz gecelerde bile tek derdi onların geleceğiydi. Ve nihayet… O gencecik beden, solmuş bir gül gibi düştü toprağa. 25 yaşındaydı… Baharında kuruyan bir çınardı artık. Ne düğün gördü ne gelinlik giydi, ama kefenle uğurlandı. Babası Servet Bey… O Servet Bey ki, bir ömrün en ağır yükünü omuzlarında taşıdı. Kızını toprağa verirken dimdik durdu. İçinde kopan fırtınaları, gözyaşlarını, isyanını yalnızca toprağa fısıldadı. Annesi, kardeşleri… Onların dünyası bir anda siyaha boyandı. Ama Kübra gitmedi, hayır! O, sınıfın köşesindeki tozlu tahtada bir yazı, öğrencilerinin dilinde bir dua, hatıralarda ölümsüzleşen bir ses oldu. Onun adı unutulmayacak! Çünkü bazı ömürler kelebek gibi kısa ama manası koca bir çınar gibi derin olur. Kübra, hayatı boyunca şerefliydi, gidişi de öyle oldu. Ölüm bazen yenilgi değildir; bazıları, hayattan öyle şanlı göçer ki, asıl zafer orada başlar. Ah Kübra! Sen artık bir mevsim değil, sonsuz baharsın! Senin solduğun yerde, yeni çiçekler açacak. Ve her baharda, bir öğrencinin dudaklarından dökülen ilk İngilizce kelimede, bir annenin çocuğunu okula gönderirken ettiği duada, bir babanın kızına “Öğretmen ol!” diye nasihat verdiği anda sen var olacaksın… Ruhun şad, mekânın cennet olsun, güzel öğretmen!

Kaynak: RSS