Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 90’lı yıllarda Turizm Merkezi yapılan Ayder Yaylası, bölge halkının yanı sıra gerek yerli gerekse yabancı turiste alternatif turizm faaliyetleri açısından imkân sağlamaktadır.Bölgeye gelenler, yaylanın termal tesislerinde ve çeşitli türde endemik bitkilerin barındığı yemyeşil alanlarda diledikleri gibi eğlenerek şehrin o bunaltıcı havasından ve stresinden uzaklaşmaktadırlar.
Hayatının yaklaşık 40 yılını doğaya adamış biri olarak bölgeye gelen yerli ve yabancı misafirlere içinde bulundukları ortamı anlatırkenDoğu Karadeniz’in bacasız sanayisininyaylalar olduğunu söylerim… Bu yaylaların başını ise elbette ki Ayder Yaylası çekmektedir… Kısacası doğa ile iç içe olanlarda, o bölgenin havasını soluyanlarda sinir sisteminde herhangi bir bozukluk ve/veya stres bulamazsınız. Şehrin o kalabalık ve stres dolu ortamından yaylalara geleninsanlar, en geç bir hafta içerisinde kendilerinde barındırdıkları sinirsel bozuklukları ve stresi sorgusuz, sualsiz dışarı atarlar… Bu görüşüm, bölgeye gelen uzmanlar tarafından da destek almış ve benzer görüşleri kendileri de defalarca dile getirmişlerdir…
Hafta sonları şehrin o stresli ortamından uzaklaşmak isteyen vatandaşların kaçış yerlerinden biri olan Ayder Yaylası, yorgunluk atmak isteyenlerin uğrak noktası olmakta, vatandaşlar yeşilin bin bir tonundan oluşan alanlarda düzenlenen değişik aktivitelerden faydalanmaktadırlar.Bölgeye gelenlerin bazıları, otomobillerin teyplerinden yükselen yerel oyun havalarına horonlarla eşlik ederken bazıları da 55 derecelik sıcak suyun çıktığı termal tesislerden yararlanmaktadırlar.
Tüm bu güzellikleri sadece televizyondan izleyen ve hayatında hiç Karadeniz’e gelme fırsatı bulamayan eşimle birlikte iki sene önce yaptığımız kısa süreli gezimizden bahsetmek istiyorum bu noktada… Aslında yazımın başında haber niteliği taşıyan bir giriş yapmıştım sizler için… Lakin bölge halkına hizmet veren ve bilgi sağlayan yerel gazetemiz okurları olarak zaten Ayder yaylasının özelliklerini biliyor ve yerel kültürü yaşatmak için elinizden geleni yapıyorsunuz… Buna inanıyorum. İşte bu noktada demem de o yüzden… Eşim Ankara’da doğup büyüyen ve Karadeniz kültürünü, doğasını ve o eşsiz güzelliklerini sadece izlediği belgesellerden edinen bir insan… O yüzden yerine geldiğinde gördükleri karşısında yaşadığı hisler belki bizim için çok daha önemli…
Heyecan, şaşkınlık, aşırı dozda mutluluk, gözlerdeki ışıltı, ses tellerinin yüksek tonda titremesiyle elde edilen nidalar, kalp çarpıntısı ve daha nicelerini görme fırsatı yaşadım kendisiyle… Hele Hüser yaylasının yolu üzerindeki patikalara yaptığımız o yürüyüşte, Reis lakaplı Muhammet Önçırak abimi gördüğünde baton yerine kullandığı elindeki ince sopayı ona doğru işaret ederek “Ben Heidi oldum, sen Peter. İşte bu da Büyükbaba olmalı… Mis gibi bir hava, yemyeşil bir doğa, kuzular ve koyunlar eksik sadece… Sanki masal kitabının içerisindeyim. Heidi’yi oynuyorum.” derken yüzünde beliren o ışıltı aslında ne kadar muhteşem bir doğal kaynak içerisinde yaşam sürdüğümüzü bir kez daha kanıtlamıştı bana…
Gelin tülü şelalesini, eski yayla mezarlıklarını ve gönderde dalgalanan şanlı bayrağımızı gördüğünde de benzer şekilde parlamıştı gözleri… Sanki Ankara’dan birlikte yola çıktığım o insan değildi… Daha yumuşak, daha hayran, oksijeni ciğerlerinin en derinlerine çeken ve hatta hiç nefes vermek istemeyen bir başka insan vardı yanımda… Taa ki yaylanın aşağısına inene kadar…
Turistik mekân olarak işletilen çay bahçeleri, yemek salonları, hediyelik eşya dükkanları… İşte masalın bittiği nokta orası olmuştu… İki bardak çay içmek için girdiğimiz yerde beni tanıyan işletme sahibi, daha önce yazdığım bir yazıda yaptığım eleştiriyi (ki gayet haklı bir eleştiri olduğunu halen daha düşünüyorum-yapılan bir festival sürecinde iki bardak çaya abartılı bir tutar alınmasının çok uygun olmadığı, kısa değil uzun vadeli düşünülerek Ayder’in ve esnafının kalkındırılabileceği konusunda bir yazı yazmıştım-) haksız bulmuş olmalı ki uygun olmayan bir üslupla konuşmuş ve yine olumsuz bir beden dili kullanarak yarı ilgilenmişti bizimle… İçtiğimiz üç bardak çaya da şimdi pek hatırlamıyorum ama gayet okkalı bir ücret ödemiştik yine…
Eşim haklı olarak “Burası çayın merkezi. Yer gök çay. Nasıl olur da bu kadar para isteyebilirler?” diye sormuştu bana hayretle… Dedim ya masal dünyasını yaklaşık 1,5 km. geride terk etmiş ve gerçek dünyaya bir alçı torbası içinde düşmüştük… Heidi, Peter ve büyükbaba gerilerde kalmış, vahşi kapitalizm ağının orta yerinde bulmuştuk kendimizi…. Bundan sonrasında ise sadece hayal kırıklığına uğramış bir çift göz ile yürek yorgunluğu ve hüzün yaşayan iki kalbin bindiği otomobille yaylayı terk etmesi vardı sahnede…
Ziyaretçilerini stresten uzaklaştırdığını yukarıda belirttiğim bu güzel bölgenin, turistik mekân işletmecileri tarafından gerçek yaşama bu denli hızlı göndermesi de bu yazımın ironisi olsun dostlar….